Bir: Barut yok…
Napolyon, savaşı neden kaybettiklerini sorduğu komutanından, “Bir, barut yoktu..” cevabını aldığında komutanının savaşın kaybedilmesine dâir ikinci ve üçüncü sebeplerini dinlememişti, çünkü barutu olmayan bir ordunun savaşı kazanmasının imkânı yoktu ve Napolyon bunu iyi bilen bir komutandı…
Biz gâliba barutumuzun olmadığı savaşlara giriyoruz. Deli cesâretimizden midir yoksa kendi irâdemiz hâricinde savaş sahnesine mi itiliyoruz, hayli tartışmalı bir muhtemel cevap bu.
Deli cesâretimizden girdiğimizi düşündüğümüzde işin aslının pek de öyle olmadığını görmek için çok zorlanmıyoruz. Çünkü atıldığımız savaşın risklerinden fazlasını içimizde taşıyoruz zaten ve bu riskleri kendimiz üretiyoruz. Arap dünyasında kapmaya çalıştığımız rol ve üstlenmeye çalıştığımız misyonun bize Ortadoğu’da sağlayacağı patronajın esâmesi bile okunmuyor, Osmanlı’nın yıkılış sesleri ararsında sâhip olduğu itibârın ve caydırıcılığın zerresine sâhip değiliz bölgede. Dışişleri, dün pasaportumuzu kullanmak için bize minnet eden bölgenin aşiret reislerinden ‘nota yiyor’; hava sahalarını izinsiz ve habersiz ihlâl etiği için. Doğu Türkistan’ın, Kerkük’ün nerede olduğundan haberlerinin olmadığını düşündürecek kadar devletin dilinden düşmüş, devletin lugatinden ve hatta daha da acısı Diyânet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in bayram hutbesinde bir duaya bile konu olamayacak kadar devletin gönlünden bile çıkmış durumda. Mehmet Görmez, bayram hutbesinde, ‘anadili çok görülen’ Kürtlerden başlamak ve Türkiye’de ırkçılık olduğuna dâir ‘haksız ve insafsız’ imâlardan sonra Suriye, Bağdat, Mısır, Haiti, Açe, Afganistan, Pakistan, Somali ve Sudan’dan oluşan mazlum milletler coğrafyasında vecihlendirirken kıymetli dualarını, adetâ cemaatin ‘âmin’ deme ihtimâlinden korkarcasına ne Karabağ’dan, Kerkük’ten ve Doğu Türkistan’dan esirgiyordu. Adeviye Meydanından Haitiye kadar uzanan dua silsilesininin arasına bırakınız Türk illerini, Türk’ün adı bile giremiyordu. İktidârın ve bürokrasisinin Türk lâfzından ve mazlum Türk illerini telâffuz etmekteki imtinâ hassasiyetine sarığı ve cüppesiyle iştirâk eden Sayın Hocamız, Arap dünyası ve Ortadoğu^da girdiğimiz savaşın muharrik unsurunun deli cesâreti olmadığının en mütebâriz alâmeti olarak hazin bir tablonun içinde artık politik bir porte olarak duruyor. Bu şartlarda da, bir çobanımızı üzerine kurşun yağdırarak öldüren Ermenistan’a karşı ‘konuyu araştırıyoruz’ demekle yetinen Hükümetin ve özellikle Dışişlerinin Ortadoğu’da deli cesâretinden bahsetmek abesle iştigâlden başkaca bir anlam taşımıyor.
Peki, savaş sahnesinin ortasına itilmek midir mevcut durumuz?
“Libya’da NATO’nun ne işi var?” dedikten sonra Libya’da NATO ile iş tutan bir ilkesizliği canlı izlerken televizyonlarda, “Sisi’den başka diktatör tanımam” kıvâmında ve derekesinde bir demokrasi ihrâcı hevesine şâhit olurken ve tabii mâruz kalırken aylardır, askerî uçağımız düşürüldüğünde neredeyse savaş açacak kadar üst perdeden racon kesip ardından dut yemiş bülbüle dönerken savaş sahnesine itildiğimizi düşünmek en azından kendimize saygımızın bir gereği olarak beliriyor zihnimizde.
Sosyal medyada koparılan savaş çığlıklarının müelliflerinin neden Adeviye Meydanı’na gidip bütün gün öykündükleri şehitliğe kavuşmadıklarını görünce deli cesâretimizin yalnızca klavye başında tezâhür ettiğini görmenin şaşkınlığı ve hicâbı çöküyor içimize.
Bir yandan da bir savaş süehrüyor Arap topraklarında, gençlerin hissesine meydanlara şehit olmanın düştüğü ahlâksız bir savaş bu. Savaşın bir tarafında yüz yıldır bölgenin petrolünü emen Amerika ve Batı, diğer tarafında ölüme zafer işâreti yaparak koşan Arap çocukları, bir tarafında ama hangi tarafında olduğu su götürür bir Türkiye; yüzlerce yıl o topraklara hizmet etmiş Osmanlı’nın şimdilerde NATO taşeronluğuna soyunmuş vârisi Türkiye.
Gâliba barutsuz savaşlara girmek eğlenceli bir hâl alıyor Türkiye için.
Oysa barutsuzluk yeni bir
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi