Türk’ün kamçı izi Batılıların sırtından, siyâsal İslâmcıların ruhundan çıkmıyor…
Işık bir kez yükselmişti Doğu’dan.. tefekkürün, zühdün, şefkatin, ferâgatin, ruhun, cesâretin vatanı Doğu’dan..
Sayıları kum tânesi kadar çok, sarı-uçuk benizli, ufak-tefek ama sayılarının çokluğunca kalleş komşuları vardı... Hiç geçinemediler, hatta çoğu zaman savaştılar onlarla. Gâh galebe çaldılar, gâh akıllarının pek ermediği zamanın siyasî komplolarına, âteşîn Çinli fahişelere mağlûb oldular...
Gün geldi; rivâyet odur ki; bir dağın içine, ‘Ergenekon’a sığınmak zorunda kaldılar.. Yılmadılar, dağları erittiler; ‘Börteçine’ adlı bir ‘Bozkurt’ önderliğinde yeniden ve yeni baştan başladılar; illerini, törelerini yaymağa...
Üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe illerini ve törelerini bozmadılar. Kırk yiğittiler, kırkların başındaki Kürşad ve otuz dokuz yiğit Çin Sarayı’na baskın verdiler. Canlarını soylarının devamına armağan ettiler, canlarını soylarının en değerli hazinesine; hürriyetlerine bağışladılar ki; canları demek; hürriyetleri demek, canları demek; soylarının devamı demekti onların... Ve dâhi onlar; Kızılelma yolunda diken ayıklayanlardı ve bu yolda kaçınılmaz olan kanlarının akması idi; onlar kanlarını da verdiler / daha asırlar boyunca vereceklerdi de...
Düşmanlarının öldürücü darbeleri çoğun, sırtlarında yer bulabildi onların. Ama onlar ilk hamle sıralarını düşmanlarına verdiler hep. Mertçe dövüştüler, mertçe savaştılar. Ölüm vuruşlarını aslâ düşmanlarının sırtlarına yapmadılar... Onlar mağlûb olurken de, muzaffer olurken de güzeldiler ve daima güzel kaldılar.
Onlar, Türklerdi, Oğuz Ata’nın çocuklarıydı ve atlarının altın nallarından dökülen tozların, iz bırakmadığı bir karış toprak parçası bırakmadılar; Tanrı Dağları’nın tepesinden baktıkları coğrafyaya.
Kendilerinden binlerce yıl sonraki tarihin balistik incelemesinde ortaya çıkacaktı ki; Avrupa’nın içlerinde, Viyana önlerinde görülen nal izleriyle, Tanrı Dağları önlerindeki izler birbirinin aynı idi... Bir başka benzerlik daha vardı, o soylu binicilerin, soylu atlarının altın tozundan nal izleri arasında ki, o benzerlik de; izlerin Batı’ya, hep Batı’ya yönelmiş olmasıydı... Güneş onların arkasından doğdu hep ve onların yolunu ışıtıp, onlara yön tâyin etti... Vatan mefhumunu topraktan aldılar; bayrağa ve imana bağladılar; tüm millî kinlere gönüllerini kapatarak, her millete, her inanca hürmetkâr kaldılar. Maddeyi buharlaştırdılar onlar ve alan değil veren oldular, istismar eden değil, imar eden oldular.
Tanrı Dağları’ndan Türkistan İlleri’ne, Kafkasya’nın dar geçitlerinden Kırım’ın Bahçesarayı’na, Ahlat’tan Malazgirt’e, Söğüt’ten Bursa’ya, İstanbul’dan Edirne’ye, Üsküp’ten Kosova’ya ve nihâyetinde Viyana’ya kadar devam eden bir mefkûreydi bu; ‘Türk’ün Cihan Hakimiyeti Mefkûresi...’. Türk’ün yaklaştıkça uzaklaşan Kızılelması’ydı bu gidiş, bu meydân-ı merdan...
Onlar her birini “el- Medinetü’l-fâzıla” idrâkiyle masal gibi şehirler inşâ ettiler.
Tarihe akan, tarihe şahitlik eden Tuna’nın, Vardar’ın, Drina’nın kıyılarında gezindiler soylu atlarıyla.
Hayratlar yaptılar üç kıtada, mücerret sular, müşahhas sular, hafif sular, sert sular, kaba sular, lâtif sular, hâzım sular, emrâzı eriten sular, şifâlı sular, mübârek sular, sağ suları musluklu, akar sulu, servi motifli, sabunluklu, bakır taslı, ta’lik kitâbeli, yalaklı, üç kurnalı, burmalı, firûze çinili, müzeyyen çeşmelerden akıttılar…
Onlar hiç arkalarına bakmadılar, yorulana kızmadılar. Ne gidene, ne de kalana yas tuttular; hem tahammül, hem de sefer etmeyi Oğuz Ataları’ndan öğrenmişlerdi, onlar da öyle yaptılar; hem tahammül ettiler, hem de sefer...
Oğuz Ata’nın çocukları bugün de tahammül ediyorlar… İhânete, küstahlığa, nankörlüğe…
* * * * * *
Siyasal İslâmcı bir sosyoloji profesörü “Türk ırkı yoktur” herzesi savurarak paçalarımıza savlet ediyor. İçinden geldiği geleneğin Türk’le bitmeyen bir kini ve bitmeyen bir savaşı var ve o kadrolar on yıldır iktidar, gücün şımarıklığını, küstahlığını doyasıya yaşıyorlar. Birisi “Bayrak tartışılmalı”, diyor, diğeri “Türkiye adı tartışılmalı” diyor, diğeri, “Türk ırkı yok” diyor, bir diğeri, “Kürtler belli ama Türk kime diyeceğiz” diyor…
1994 Mahallî seçimlerinde, Güneydoğu’da ‘sarı-kırmızı-yeşil’ promosyon dağıtan geleneğin çocukları, etnik Kürtçülük yapmanın ötesinde artık alenî Türk düşmanlığına soyundular.
Türk’ün bu topraklardaki bin yıllık mütevâzılığını âcizlik sanıyorlar bir süredir…
Millet olmayı, ABD’nin kucağında semirtilen PKK’nın döktüğü kandan emebilecekleri bir kazanım zanneden bu gürûhun en büyük yanılgıları da bu…
Millet olmanın, medeniyet tarihinin önemli bir parçası olmaktan geçtiğinden habersiz bu gürûhun en büyük yanılgısı, bir iktidar gücünün şemsiyesi altında buldukları cesâretin millet olmaya yetmeyeceği…
Ve anlamak istemedikleri; ırkçılığın Türklük adına bu topraklarda bir tek örneğinin bile bulunmadığı gerçeğini isteseler de tahrif edemeyecekleridir…
Ne diyelim, it ürür kervan yürür…
vahiy insan şehir revelation ahlâk etik ethica nüzhet yalan estetik metafizik ebrah doğu batı fıtrat creation yaratılış iyilik kötülük dürüstlük eşref-i mahlûkat kişilik asâlet cesâret vefâ sadâkat ihânet yalan immoralist mitoloji belh’um adâl aere perennius antere genetik şuur terbiye muâşeret muâşaka muvâsalat firâk zarâfet letâfet ferâset panteon rolyef fresk heykel portre gravür ideal ülkü ülkücü kerbelâ aşk keşke cennet cehennem araf âdem havva hâbil kâbil elma haz hayâ hicap gurur hürriyet adâlet musâvat agnostic akıl dacret locig analytical antiq aristokrasi kûrûn-i vustâ giyotin hakikat hikmet paradox dialectic tenkit stoa akademia logos logos spermaticos felâsife gelenek hermeneutic semantic hint upanişad mutezile ihvân-ı safa ilk neden iskenderiye okulu medinetü’l fâzıla hürriyet kölelik rönesans ütopya rethoric allah’ın kulu abdullah muhammed kur’ân endülüs ibn-i rüşd aristotales şeyh gâlip farâbi platon sokrat marcus aurelius galile mimar sinan kirkedard farabi ibn-i sina ibn-i hâldun kafka taşköprülüzâde gazâli musa cârullah şemseddin sâmi frasheri bergson enver paşa muhammed ikbal hayyam mehmet âkif yâkup cemil şems ibn-i haldun mevlâna ali şeriâti fuzulî ebu’l âlâ el maarrî ahmet mithat efendi cemil meriç nâmık kemal ahmed hamdi tanpınar kemal tahir yahya kemal cahid zarifoğlu dostoyevski tolstoy knut hamsun nietzsche oğuz atay gogol albert camus descartes herman hesse puşkin halil cibran kaşgarlı mahmut tevfik fikret cenap şehabettin neyzen tevfik motzart bach mahler tarkovski suç ve cezâ anna karenina madonna prag istanbul çocuk kalbi sn. petersburg soljenitsin marks kant heraklit hegel el-hamra endülüs kâmus u türkî redhouse wagner kâmus u okyanus lugat-i fransevî iliria shqip meydan larusse şakâyık-ı nûmâniye mevzuâtü’l ulûm abdülkadir merâgi ıtrî muhammed esed michelangelo van gogh cezanne rembrand monet hoca ali rıza ulysess gaze eleni karaindrou sezen aksu golha farid farjad osman hamdi